4 Eylül 2010 Cumartesi

kayıp kıta


Kayıp bir kıtaydım senden önce, kendi sularında boğulmuş, kendi depreminde yıkılmış bir anakara. Değil insanoğlunun, tarihin bile unuttuğu bir kara parçasıydım, kaç korsan aşka beşiklik etmiş. Adım yoktu, göğüm, rüzgarım yoktu. Kendi yıldızımın kaydığını gördüğümde buldum seni ilk. Kalbimin orta yerinde patladığında ilk volkanım ve gürültüyle çatırdayıp sulara gömülürken tüm cevher damarlarım, yorgun bir deniz kızı olup vurdun sahilime, oysa ben batmaya niyetliydim suların en derinine. Seni kurtardığımı düşündün hep, değil mi ki batmakta olan bendim mercan kayalıklarından olma sedef rengi bir derinliğe. Son dağımın zirvesi gömülürken mavi beyaz bir kefene, batıni bir nefes düştü son nefesime, bütün deniz kabuklarım seni fısıldadı üzerimde yaşamış her kulağa, denizden gelen küçük kız, hoş geldin bu adsız adaya.
Dedim ya, adımı seninle buldum ben, sildim öncemi, tarihimi seninle başlattım. Şimdi kalkmış gitmekten bahsediyorsun istiridyelerimi, martılarımı yalnız bırakarak. Bilirim gidersin de geldiğin o acı sulara... Ama bilir misin hangi kayıp denizde, hangi kayıp limanda kalır adın, kaç deniz esiri, kaç kürek mahkumu paylaşır acımı. Gidersen kaç yunus ağlar, kaç çocuk ölür bu kıyılarda.

Bir kez batar bir kıta sulara, kaç direkli, kaç kürekli olursa olsun bir kez batar bir gemi okyanusa. Depremdir, volkandır, seldir, rüzgardır sebep. Bak yeni çıktım, henüz kurumadı kumlarım, hala yosunlu kayalarım. İstemem ne depremim, ne volkanım, ne selim, ne rüzgarım olasın, istemem beni o sarhoş eden maviliğe tekrar yollayasın. Gidersen bil ki rengim mavi, yerim derindir, kalırsan bu isimsiz kıta artık senindir.
eylül/2010 malatya

8 Ağustos 2010 Pazar

oğula mektup




Yeni bir şehirde, çoktan eskimiş oyunlarımı oynuyorum hayatla bak. Hiç değiştirmedim kurallarını ve aslında hiç galip gelmedim hayata karşı. İlerde sana da öğreteceğim bu oyunu, ama galibin adı hiç değişmeyecek bilesin, saçlarımın ilerleyen yaşıma rağmen hala siyah kalışını, kan kusturan engerek zehirlerin hala midemi delemeyişini şaşarak izleyeceksin, şairden bozma bu cerrah yüreğin seni nasıl sevdiğini gururla fark edecek ve bana benzemeye çalışacaksın. Oysa ki sen daha şimdiden bensin, benim kanımdansın oğul….

Dedim ya, büyüdüğünde sana da öğreteceğim bu oyunu ve sen, farkına varmadan öğreneceksin yenilmenin ve bunu kabullenmenin insanı ne denli güçlü kıldığını. Gülerek tekrarlayacaksın sözlerimi “Kim geldi, hayat geldi, belli ki gene sefa getirmedi, buyursun otursun başucuma, madem ki o değil aslında ben misafirim hayata, alakart acılar sunsun bırak, boğazım alıştı takılan lokmalara…” Senden uzak düştüğümde oynamaya başladım bu oyunu ilk, kimi zaman sen yanımdayken de oynadım sessizce. Minicik bedenin uyurken yatağımın bir köşesinde, ben hep gideceğin anı düşünüp varlığını kokladım. “Hatırladın mı?” demeyeceğim oğul, şimdi küçüksün, sana ne anlatırsa onu hatırlar, ona inanırsın… “Hatırladın mı ?” demeyeceğim oğul, çünkü babanı sana hiç unutturmayacağım.

Dinle oğul, hayat neyi sunarsa “eline sağlık” diyorum da sevmiyorum nedense her mönüyü. Bir şehirden uzaklaşınca insan, o şehrin yadigarı özlem tohumlarını büyütürmüş farkında olmadan, şimdi 800 kilometre var seninle aramda, biliyorum hiç gidilesi değil ama şimdiden ezberledim her virajını bu yolun. Buymuş işte sevgili hayatın bana son sunduğu, buymuş benden yaşamamı istediği son zorluk… Ama şimdilik…. Daha kolayları da olmuştu hatırlıyorum, aynı şehirde hasret kalmak gibi yüzüne ve daha zorları da olmuştu, beni sevmediğini duymak gibi minicik dudaklarından. İşte oğul, bu kadar alışığım hayat denen kahpenin oyunlarına, bu kadar ezberledim mutfağındaki malzemeyi. Bırak yeni tatlar deneyedursun üzerimde, ben kabullendim ondan gelen her acı lokmayı. Emin ol sen de kabulleneceksin oğul, büyüdükçe artacak üzerinde biriken zaman tozları. Her geçen gün artacak yükün ve sen de yolumdan gelip aynı oyunu oynayacaksın ve bütün kurallarıyla öğrendiğinde seni her an sallamaya çalışan hayatı sallamamayı bu yazıyı okuyacaksın ve o gün ben bu oyundan çekilmiş olacağım…
ağustos 2010/ malatya

7 Mayıs 2010 Cuma

özlediğim

bir vapur geçiyor içimden
kanatarak kırmızısını denizimin
denizin uzak
köpüklerini bırak
çoğaldı içimde yokluğun
denizin çekileli yüzümden
tuzun eksildi gözyaşımdan
büyüdü dikenler
otlar sarardı
güvercinler konuyor saçlarıma
saçlarım kanıyor
yollarım çamur
yollarım kar
gülüşün geliyor aklıma
canım yanıyor
arayanım soranım sen kaldın bir
özlediğim özleyeceğim sen vardın
beni mi aldı bu köhne şehir
seni mi çaldı
yüreğimi bıraktım giderken
gözlerin bende kaldı

Kutsal Devrim Seçinti

Mart 98-Eskişehir

5 Mayıs 2010 Çarşamba

acı şehir


bir acı şehre girdim
bir gece yarısı
sen uyuyordun yan koltukta
tüm şehir uyuyordu
bir acı şehre girdim
tüm suçsuzluğuma rağmen
bir suçlu gibi
arka kapısından şehrin
saat gece yarısını biraz geçiyordu
sen uyuyordun yan koltukta
bilsen aklımdan neler geçiyordu
hiç tahmin etmezdim
dönen tekerlekler üzerinde
bu kadar acıtacağını asfaltın
bu kadar kanatacağını hiç tahmin etmezdim
karanlıkta parlayan
ıslak arnavut kaldırımlarının
bir acıtan şehre girdim
bir gece yarısı
sen uyuyordun yan koltukta
bir ben uyumuyordum
bilsen aklımda
ne yasak sorular taşıyordum

sormamaya yeminliydim de
söyle
hangi yeminimi tutabiliyordum
içimde bir volkan bekliyordu
sen uyuyordun
deprem gecelerini hatırladım
siz korkarken
ben gülüyordum
şimdi tüm şehir bana gülüyordu
son değildi bu şehre gelişim
oysa son olmasını ne çok istiyordum
bir sigara yaktım
parmaklarımın ucunu yaktım
sen uyuyordun yan koltukta
ben ölüyordum

Kutsal Devrim Seçinti
nisan 2010/........

18 Mart 2010 Perşembe

Unuttuğu(m) Yalanlar- I


Nerden bilirdi ki en acıyan tarafından vuracak hayat onu. En yaralı yanına, en korkulu kabusuna dokunacak sevdiceğinin kara kırbaç misali saçları. Nerden bilirdi ki, geçmiş acılarına teşekkür edecek ve onu kendisine yaşatmış olana borçlu hissedecekti, bu yükü de kaldırabildiğini gördüğünde. Ne bu evde durabilirdi, ne onun kirlettiği sokaklarda sarhoş olabilirdi artık. Otuzundan sonra sigaraya başlamış ve dahası bir pakete çıkarmıştı daha ilk haftadan. Ama hala onun sigarasıydı içtiği. Her nefeste neyi çekiyordu dersin içine, başı dönüp midesi bulanmaya başladığında neyi kusmaya çalışıyordu dersin. Gidememişti ondan, buna kalmak dersen tabi. Ve kalamamıştı hiçbir şey eskisi gibi, buna da “gitmek” de bari. Biliyordu, başkasına yaşattıklarını yaşıyor, eski acılarını tekrar okuyordu farklı bir şairden. “Hayat” dedi sonra, “bunu da yaşamamı istedi benden”. Aldı şair ruhunu koltuğunun altına, düştü mü dersin yola. Düştü ama, yola değil.... Sevdasını bağladığı ayakları onu daha nereye götürebilirdi. Ağır bir taş gibi dibe çekmekten başka ne boka yarardı. Dibe doğru indikçe, unutmaya çalıştığı yalanlar geldi aklına, onu sevebilmeye devam edebilmek uğruna benliğine unutturmaya çalıştığı yalanlar geldi tek tek. Her fersahında düştüğü bu uçurumun bir yalana takılıp yavaşladı düşüşü. Önce gömleği yırtıldı sırtından, bir hançer izi belirdi etinde ansızın, hala kanayan. Dönüp kendine gülen kargalara “”bunlar onun tırnak izleri” dedi “ son sevişmemizden kalan”. Sakladı utancını. Sonra bir başka yalana takılıp yırtıldı gömleği göğsünden, açıkta bir kalp belirdi, hala sıcak, hala çarpan. Dönüp başında uçan akbabalara “ heveslenmeyin boşuna” dedi, “bu onun yüreği, “meze yapmam size, şu bendeki durmadan”. Düştü bir uçurumu böyle takılarak yalanlara, elinde hala aynı acemi sigara, ciğerlerinde hala aynı kuru öksürük, düştü durmadan. Bilmem kaçıncı metresinde bu düşey yolculuğunun, yeşil bir dal gördü, uzanıp tutacakken çekti ellerini, güldü… O derinleştikçe, grileşti gökyüzü, dizleri takıldı bir acıtan yalana daha, yırtıldı pantolonu, kemiği dışarıya çıkmış diz kapakları göründü, varsın görünsündü, nasılsa tekrar yürümeyi hiç düşünmemişti, nedendir bilinmez, ansızın çıyanlara baktı dipteki, “beni boşuna beklersiniz” dedi ve düştü dizleri üzerine, vücudu bir panzer gibi ezdi hevesle bekleyen çıyanları, akrepleri ve cümle mahlukatı. “Cehennemi dünyada gördüm” dedi, öldü sandılar, ama o güldü.
Nerden bilirdi ki, en acıyan tarafından vuracak hayat onu. Doğrulup yerinden, unuttuğu yalanlara döndü. Onu sevmeye devam edebilmek için kendine unutturduğu yalanlara. Utancını saklamak için ciğeri beş para etmez kargalara söylediği yalanlara, emanet yüreği vermemek için fırsatçı akbabalara söylediği yalanlara döndü. Kendine döndü yüzünü, bu acıyı illa ki yaşayacaktı. Ölemezdi, ne hesap verirdi geride boynu bükük oğluna, ölemezdi ne hesap verirdi tüm yalanlarına rağmen vazgeçemediği bu dişi yüreğe. Bu acıyı illa ki yaşayacaktı, doğrulup yerinden hayata döndü bıraktığı yerden. Aldı koltuğunun altına ruhunu, en acıtan kadına döndü. Bunca yükü kaldıramazdı onsuz, geri döndü, uzattı ellerini, "ölür" sandılar, güldü....

Kutsal Devrim Seçinti

Mart 2010 / Ankara

14 Mart 2010 Pazar

deniz gözlüm


Biz değil miydik, mutluluk oynu oynarken mutsuzluğumuzu kanatan. Biz değil miydik, "iyiyim, beni düşünme" derken, yalan söyleyen. Biz değil miydik, hüznümüzü süzüp, damıtılmış mutluluklar yaratan. Sen, şimdi yatağımda uyuyan kadın, böyle yalnız kalmalı mıydık? Söyle, gövdemiz birbirine bu kadar yakın, bu kadar sıkıyken saflar, kendi gölgemizde üşümeli miydik? Bak kırıldı artık kırılmaz dediklerimiz, günahın günahımdır, utancın utancım... Bunu bir sen anlamadın, ben inandım ağzından çıkan her söze, bir sen inanmadın yüreğinde korlanan köze. Göze geldik... Göze......

Zemherinin yenemediği narin sarı papatyam, kara bahtlım, zülfü karam, deniz gözlüm, sahil gülüşlüm. Kanayan yaramsın, kırmaya kıyamadığım bir ince dalsın, fidanım, feriğim, baharım. Sana dokunan ellerdir yüreğimi söken, alıp yüzünde kızaran utancı, taktım bak saçlarıma. Kan gölleri, kin günleri, kurutulmuş sahte aşk gülleri şimdi ellerimizde kalan, yıkama ellerini, ver öpeyim en kirli yanından.

Hadi uzan yanıma, biz değil miydik birbirimizi "Aşk", bu aşkı dokunulmaz kılan. Hadi uzan, uyanacaksan benimle aç gözlerini Deniz'e ve Kaan'a. Uyanmayacaksan öylece kal ne olur, beni de uyandırmadan.


mart 2010/ Ankara


Kutsal Devrim Seçinti

12 Mart 2010 Cuma

mezatta


şimdi
otuzunu geçmiş
bir şair yürek var
nikotinin ucunda

yolun yarısına iki kala
kavruk izmarit yanığıdır dudağımda

onurum mezatta
acım pazarda

bağlamamın teli midir
hey yar
kara zülfün müdür
saplı bağrımda

Kutsal Devrim Seçinti
Ankara/ Mart 2010

6 Mart 2010 Cumartesi

aşk ölüsü


soru sormak
aşkı öldürür
ve ölü bir aşk
sahibini de öldürür
acısı kurur dudaklarında
öldüğü an yüzünde kurur
doğal bir mumya gibi
kalır kendi gerçekliğinde
ne kendini taşır bundan böyle
ne öldürdüğü bedende can bulur
soru sormak aşkı öldürür
ve ölü bir aşk
aşığını da öldürür

sormayacağım bundan böyle
seni bir hançer gibi kabulleneceğim
sarılıp en keskin
en acıtan yanına
üşüyeceğim

sormayacağım bundan böyle
seni bir kurşun gibi kabulleneceğim
uzatıp başımı geçtiğin yollara
beynime saplanmanı özleyeceğim

soru sormak aşkı öldürür
ne seni
ne acını öldüreceğim

koyu nikotin intiharı
iç anadolu’da elimde kalan
bozkırda zifiri bir milyon bir sigara
göğsümde söndürdüğün
soru sormak aşkı öldürür
ama artık
en sorgusuz aşktır
bu bende gördüğün


kutsal devrim seçinti

mart 2010/ankara

13 Şubat 2010 Cumartesi

Beklemek, kimi zaman gelmeyeceğini bilmekmiş





Sen kimsin, söyle bana ölümü gözlerinde öldürdüğüm kadın. Bir okyanusun en yüksek dalgasında unuttuğun gözyaşındır koca bir tekneyi alabora eden. Sen kimsin, söyle bana varlığının acısıyla mutlu olduğum kadın. Kelebeğin kanadında çiğ damlasıdır dudağının kenarında unuttuğum ıslaklık, yüzünü yıkar her sabah periler. Akşam çökünce masama, bir acı hüzün çöreklenir kitabıma, bir tedirgin bekleyiş iner yüreğimdeki gecikmiş kırlangıca. Anlatamadıklarım gelir aklıma, senin dinlemek istemediklerin. Hani bir anlatsam, çözülecek bildiğim ne varsa gelir aklıma. Arayamam oysa seni, yasaklıdır nicedir sesin sesime. Arayamam oysa seni, yollarım senden uzağa, bozkırda yaban atlarım en hain tuzağa düşmüştür. Sattığım yüreğimdir, arayamam oysa seni. Bir şey gelmez elden, beklemekten başka.



Beklemek, aynada cehennemi görmekmiş meğer, öğrendim. Nefes olmakmış İsrafil’in Sur’unda, duydum. En sahte tanrıya kurban etmekmiş ilk doğan oğlunu seni beklemek, ağladım…. Yusuf neler düşündü kör kuyuda beklerken, ya Yunus, balığın karnında nelerden korktu düşünsene. Peki Deniz darağacında, Nazım Varna Limanı’nda ?... Görüyorsun, doğumu bekleyen bir kadın kadar heyecanlı olmuyor kimi zaman beklemek, bir kurşunun göğsüne saplanmasını beklemek kadar kısa da olmuyor bir duvar dibinde çoğu zaman. Her saniyesini ağır çekimde yaşıyorsun hayatın. Ne elin telefona varıyor, ne gözünü çevirebiliyorsun telefondan. Sonra dönüp icat edene sövüyorsun bu aleti. Keşke diyorsun bu kadar kolay olmasaydı ulaşılmak, ulaşamamıştır diye kandırabilseydim yüreğimi.

Beklemek, kimi zaman gelmeyeceğini bilmekmiş. Ve sevmek, gelmeyeceğine inanmamakmış.

Yeni yüzler tanıyorum beklerken seni, yeni bedenleri yasaklayarak bedenime. Yeni gözler giriyor hayatıma, nefesime yeni nefesler karışıyor, bekliyorum hiçbir nefesi deydirmeden dudaklarıma, kirpiğime deydirmeden hiçbir gözü, bekliyorum. Bekliyorum geçsin diye zaman, kim yenmiş ki zamanı ben yeneyim. Önünde diz çöküp kabullendim krallığını. Bekliyorum kendi belirlediği hızda geçsin diye.
Sen kimsin, anlat şimdi bütün bildiklerimi tekrar. Unuttur bütün bilmediklerimi sonsuza kadar. Sen kimsin anlat hadi teninde ölümü baştan tanımladığım yar. Terinin tuzunda denizler kuruttuğum, gözyaşında nehirlerce boğulduğum ve bir tek sözüne Ferhat olduğum yar, anlat hadi tüm bildiklerimi tekrar. Unutulmuş bir masal gibi dinleyeyim başımı koyarak dizine, anlat hadi, yaramaz bir yıldız olup düşeyim denizine.


Kutsal Devrim Seçinti
Ankara / Şubat 2010

9 Ocak 2010 Cumartesi

deniz kokulu kadın





Be hey deniz kokulu kadın, sen bilemezsin nasıl bir yıkımdır bu. Senin şarkılarını dinledim bütün gece. Senin coğrafyanı gezdim. Tulum, horon, deniz, tuz, nefes… Senin coğrafyanı gezdim, Ginolu’da balıkçıydım, Yaralıgöz’de kanlı ceylan, Çayağzı’ndan baktım da evine, denize düştüm Gencek Tepesi'nden. Senin coğrafyanı gezdim bütün bir gece, etnik kökler söktüm ormanlarından, denizinden odun topladım, “kelek toplamak”mış senin dilinde adı, senden öğrendim ve kemençe dinledim bir gece yarısı sarhoş balıkçılardan. Gördüm, tanıyordun birisini, tanıdım rakı, bira ve şarap kokan ağzından, yaklaştım, soramadım seni.
Be hey deniz kokulu kadın, sen bilemezsin ne tür bir ölümdür bu. Yokluğunu yaşadım bütün gece. Gittiğini gördüm, boşluğunu soludum, yokluğuna sövdüm, düş mü karabasan mı bilemedim. Gördüm nihayet lanet olası “senden sonra”yı da, gördüm yani ölümün öbür adını, gördüm yıkımın en yıkılmış yanını. Anlatmayacağım sana…. Senden sonrayı anlatmayacağım, bu acıyı sana öğretmeyeceğim. Söylemeyeceğim sana, sensiz neye yarar Kazım’ın sesi, Nazım’ın şiiri. Söylemeyeceğim sana, sensiz nasıl söylenemez olur Lazca ” deniz gibi”. Ne Megrelce, ne Gürcüce ağlarım senden sonra, söylemeyeceğim nasıl lal olur bu şairin dili.
Ben söylemeyeceğim, sen bilmeyeceksin çilekli öksürük şurubunun katık edildiği kuru ekmeğin tadını. Ben söylemeyeceğim, sen bilmeyeceksin gece eve gelen ayyaş babadan kaçmanın yollarını. Sarhoşa sakilik yapmak nasıldır korkarak namusundan, aynı evde iki yabancıyı oynayıp koynuna girmek nasıldır bira kokan bir balıkçının, hiç anlatmayacağım bunları ve sen hiç öğrenmeyeceksin hangi yanının bende kaldığını. Deniz kokulu kadın, hiç anlatmayacağım, kendi yatağında aldatılmanın acısını. Bil ki aldım tüm acılarını üzerime, bil ki yüküm ağır, bil ki yolum uzun. Be hey deniz kokulu kadın, bil ki senden daha yorulmuşum. Vurulmuşum önceki hayatımda, ellerimde saçların, dizelerimi getirmişim takmak için, bir o yana, bir bu yana.
Dinle şimdi deniz kokulu kadın, acı kahve kokar nefesim, odamda tütsü dumanı, camın buğusunda şekiller yaratırım geçsin diye zaman. Oğul özlemi ezerken beynimde sağ kalan son kelebeği, içimdeki güve kemirmeye başlar paranoyamın senli tarafını. Bilirim, günahındır aldığım, ama anla beni, eski acılar tarih , tarih tekerrürdür. Anla beni, beni bu ihtimaller öldürür.
Dinle şimdi deniz kokulu kadın, bir tek senin anlattıklarına inandım, bir tek sana kandım. Kalacaksan işte bu haldeyim, gideceksen daha ne söyleyeyim. Dinle şimdi deniz kokulu kadın, kokun kalır kokumda, tuzun, saçların kalır sen gidersen, bir acılı adam, bir söylemez şair kalır. Yalnız kalır Ginolu’da martılar, Çatalzeytin öksüz kalır. Dinle şimdi deniz kokulu kadın, gidersen bu öykü yarım, bu adam “yitik” kalır…

Kutsal Devrim Seçinti / Ankara / Ocak 2010