Yaşanmış kısa öyküler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaşanmış kısa öyküler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2010 Cumartesi

kayıp kıta


Kayıp bir kıtaydım senden önce, kendi sularında boğulmuş, kendi depreminde yıkılmış bir anakara. Değil insanoğlunun, tarihin bile unuttuğu bir kara parçasıydım, kaç korsan aşka beşiklik etmiş. Adım yoktu, göğüm, rüzgarım yoktu. Kendi yıldızımın kaydığını gördüğümde buldum seni ilk. Kalbimin orta yerinde patladığında ilk volkanım ve gürültüyle çatırdayıp sulara gömülürken tüm cevher damarlarım, yorgun bir deniz kızı olup vurdun sahilime, oysa ben batmaya niyetliydim suların en derinine. Seni kurtardığımı düşündün hep, değil mi ki batmakta olan bendim mercan kayalıklarından olma sedef rengi bir derinliğe. Son dağımın zirvesi gömülürken mavi beyaz bir kefene, batıni bir nefes düştü son nefesime, bütün deniz kabuklarım seni fısıldadı üzerimde yaşamış her kulağa, denizden gelen küçük kız, hoş geldin bu adsız adaya.
Dedim ya, adımı seninle buldum ben, sildim öncemi, tarihimi seninle başlattım. Şimdi kalkmış gitmekten bahsediyorsun istiridyelerimi, martılarımı yalnız bırakarak. Bilirim gidersin de geldiğin o acı sulara... Ama bilir misin hangi kayıp denizde, hangi kayıp limanda kalır adın, kaç deniz esiri, kaç kürek mahkumu paylaşır acımı. Gidersen kaç yunus ağlar, kaç çocuk ölür bu kıyılarda.

Bir kez batar bir kıta sulara, kaç direkli, kaç kürekli olursa olsun bir kez batar bir gemi okyanusa. Depremdir, volkandır, seldir, rüzgardır sebep. Bak yeni çıktım, henüz kurumadı kumlarım, hala yosunlu kayalarım. İstemem ne depremim, ne volkanım, ne selim, ne rüzgarım olasın, istemem beni o sarhoş eden maviliğe tekrar yollayasın. Gidersen bil ki rengim mavi, yerim derindir, kalırsan bu isimsiz kıta artık senindir.
eylül/2010 malatya

8 Ağustos 2010 Pazar

oğula mektup




Yeni bir şehirde, çoktan eskimiş oyunlarımı oynuyorum hayatla bak. Hiç değiştirmedim kurallarını ve aslında hiç galip gelmedim hayata karşı. İlerde sana da öğreteceğim bu oyunu, ama galibin adı hiç değişmeyecek bilesin, saçlarımın ilerleyen yaşıma rağmen hala siyah kalışını, kan kusturan engerek zehirlerin hala midemi delemeyişini şaşarak izleyeceksin, şairden bozma bu cerrah yüreğin seni nasıl sevdiğini gururla fark edecek ve bana benzemeye çalışacaksın. Oysa ki sen daha şimdiden bensin, benim kanımdansın oğul….

Dedim ya, büyüdüğünde sana da öğreteceğim bu oyunu ve sen, farkına varmadan öğreneceksin yenilmenin ve bunu kabullenmenin insanı ne denli güçlü kıldığını. Gülerek tekrarlayacaksın sözlerimi “Kim geldi, hayat geldi, belli ki gene sefa getirmedi, buyursun otursun başucuma, madem ki o değil aslında ben misafirim hayata, alakart acılar sunsun bırak, boğazım alıştı takılan lokmalara…” Senden uzak düştüğümde oynamaya başladım bu oyunu ilk, kimi zaman sen yanımdayken de oynadım sessizce. Minicik bedenin uyurken yatağımın bir köşesinde, ben hep gideceğin anı düşünüp varlığını kokladım. “Hatırladın mı?” demeyeceğim oğul, şimdi küçüksün, sana ne anlatırsa onu hatırlar, ona inanırsın… “Hatırladın mı ?” demeyeceğim oğul, çünkü babanı sana hiç unutturmayacağım.

Dinle oğul, hayat neyi sunarsa “eline sağlık” diyorum da sevmiyorum nedense her mönüyü. Bir şehirden uzaklaşınca insan, o şehrin yadigarı özlem tohumlarını büyütürmüş farkında olmadan, şimdi 800 kilometre var seninle aramda, biliyorum hiç gidilesi değil ama şimdiden ezberledim her virajını bu yolun. Buymuş işte sevgili hayatın bana son sunduğu, buymuş benden yaşamamı istediği son zorluk… Ama şimdilik…. Daha kolayları da olmuştu hatırlıyorum, aynı şehirde hasret kalmak gibi yüzüne ve daha zorları da olmuştu, beni sevmediğini duymak gibi minicik dudaklarından. İşte oğul, bu kadar alışığım hayat denen kahpenin oyunlarına, bu kadar ezberledim mutfağındaki malzemeyi. Bırak yeni tatlar deneyedursun üzerimde, ben kabullendim ondan gelen her acı lokmayı. Emin ol sen de kabulleneceksin oğul, büyüdükçe artacak üzerinde biriken zaman tozları. Her geçen gün artacak yükün ve sen de yolumdan gelip aynı oyunu oynayacaksın ve bütün kurallarıyla öğrendiğinde seni her an sallamaya çalışan hayatı sallamamayı bu yazıyı okuyacaksın ve o gün ben bu oyundan çekilmiş olacağım…
ağustos 2010/ malatya

18 Mart 2010 Perşembe

Unuttuğu(m) Yalanlar- I


Nerden bilirdi ki en acıyan tarafından vuracak hayat onu. En yaralı yanına, en korkulu kabusuna dokunacak sevdiceğinin kara kırbaç misali saçları. Nerden bilirdi ki, geçmiş acılarına teşekkür edecek ve onu kendisine yaşatmış olana borçlu hissedecekti, bu yükü de kaldırabildiğini gördüğünde. Ne bu evde durabilirdi, ne onun kirlettiği sokaklarda sarhoş olabilirdi artık. Otuzundan sonra sigaraya başlamış ve dahası bir pakete çıkarmıştı daha ilk haftadan. Ama hala onun sigarasıydı içtiği. Her nefeste neyi çekiyordu dersin içine, başı dönüp midesi bulanmaya başladığında neyi kusmaya çalışıyordu dersin. Gidememişti ondan, buna kalmak dersen tabi. Ve kalamamıştı hiçbir şey eskisi gibi, buna da “gitmek” de bari. Biliyordu, başkasına yaşattıklarını yaşıyor, eski acılarını tekrar okuyordu farklı bir şairden. “Hayat” dedi sonra, “bunu da yaşamamı istedi benden”. Aldı şair ruhunu koltuğunun altına, düştü mü dersin yola. Düştü ama, yola değil.... Sevdasını bağladığı ayakları onu daha nereye götürebilirdi. Ağır bir taş gibi dibe çekmekten başka ne boka yarardı. Dibe doğru indikçe, unutmaya çalıştığı yalanlar geldi aklına, onu sevebilmeye devam edebilmek uğruna benliğine unutturmaya çalıştığı yalanlar geldi tek tek. Her fersahında düştüğü bu uçurumun bir yalana takılıp yavaşladı düşüşü. Önce gömleği yırtıldı sırtından, bir hançer izi belirdi etinde ansızın, hala kanayan. Dönüp kendine gülen kargalara “”bunlar onun tırnak izleri” dedi “ son sevişmemizden kalan”. Sakladı utancını. Sonra bir başka yalana takılıp yırtıldı gömleği göğsünden, açıkta bir kalp belirdi, hala sıcak, hala çarpan. Dönüp başında uçan akbabalara “ heveslenmeyin boşuna” dedi, “bu onun yüreği, “meze yapmam size, şu bendeki durmadan”. Düştü bir uçurumu böyle takılarak yalanlara, elinde hala aynı acemi sigara, ciğerlerinde hala aynı kuru öksürük, düştü durmadan. Bilmem kaçıncı metresinde bu düşey yolculuğunun, yeşil bir dal gördü, uzanıp tutacakken çekti ellerini, güldü… O derinleştikçe, grileşti gökyüzü, dizleri takıldı bir acıtan yalana daha, yırtıldı pantolonu, kemiği dışarıya çıkmış diz kapakları göründü, varsın görünsündü, nasılsa tekrar yürümeyi hiç düşünmemişti, nedendir bilinmez, ansızın çıyanlara baktı dipteki, “beni boşuna beklersiniz” dedi ve düştü dizleri üzerine, vücudu bir panzer gibi ezdi hevesle bekleyen çıyanları, akrepleri ve cümle mahlukatı. “Cehennemi dünyada gördüm” dedi, öldü sandılar, ama o güldü.
Nerden bilirdi ki, en acıyan tarafından vuracak hayat onu. Doğrulup yerinden, unuttuğu yalanlara döndü. Onu sevmeye devam edebilmek için kendine unutturduğu yalanlara. Utancını saklamak için ciğeri beş para etmez kargalara söylediği yalanlara, emanet yüreği vermemek için fırsatçı akbabalara söylediği yalanlara döndü. Kendine döndü yüzünü, bu acıyı illa ki yaşayacaktı. Ölemezdi, ne hesap verirdi geride boynu bükük oğluna, ölemezdi ne hesap verirdi tüm yalanlarına rağmen vazgeçemediği bu dişi yüreğe. Bu acıyı illa ki yaşayacaktı, doğrulup yerinden hayata döndü bıraktığı yerden. Aldı koltuğunun altına ruhunu, en acıtan kadına döndü. Bunca yükü kaldıramazdı onsuz, geri döndü, uzattı ellerini, "ölür" sandılar, güldü....

Kutsal Devrim Seçinti

Mart 2010 / Ankara

14 Mart 2010 Pazar

deniz gözlüm


Biz değil miydik, mutluluk oynu oynarken mutsuzluğumuzu kanatan. Biz değil miydik, "iyiyim, beni düşünme" derken, yalan söyleyen. Biz değil miydik, hüznümüzü süzüp, damıtılmış mutluluklar yaratan. Sen, şimdi yatağımda uyuyan kadın, böyle yalnız kalmalı mıydık? Söyle, gövdemiz birbirine bu kadar yakın, bu kadar sıkıyken saflar, kendi gölgemizde üşümeli miydik? Bak kırıldı artık kırılmaz dediklerimiz, günahın günahımdır, utancın utancım... Bunu bir sen anlamadın, ben inandım ağzından çıkan her söze, bir sen inanmadın yüreğinde korlanan köze. Göze geldik... Göze......

Zemherinin yenemediği narin sarı papatyam, kara bahtlım, zülfü karam, deniz gözlüm, sahil gülüşlüm. Kanayan yaramsın, kırmaya kıyamadığım bir ince dalsın, fidanım, feriğim, baharım. Sana dokunan ellerdir yüreğimi söken, alıp yüzünde kızaran utancı, taktım bak saçlarıma. Kan gölleri, kin günleri, kurutulmuş sahte aşk gülleri şimdi ellerimizde kalan, yıkama ellerini, ver öpeyim en kirli yanından.

Hadi uzan yanıma, biz değil miydik birbirimizi "Aşk", bu aşkı dokunulmaz kılan. Hadi uzan, uyanacaksan benimle aç gözlerini Deniz'e ve Kaan'a. Uyanmayacaksan öylece kal ne olur, beni de uyandırmadan.


mart 2010/ Ankara


Kutsal Devrim Seçinti

13 Şubat 2010 Cumartesi

Beklemek, kimi zaman gelmeyeceğini bilmekmiş





Sen kimsin, söyle bana ölümü gözlerinde öldürdüğüm kadın. Bir okyanusun en yüksek dalgasında unuttuğun gözyaşındır koca bir tekneyi alabora eden. Sen kimsin, söyle bana varlığının acısıyla mutlu olduğum kadın. Kelebeğin kanadında çiğ damlasıdır dudağının kenarında unuttuğum ıslaklık, yüzünü yıkar her sabah periler. Akşam çökünce masama, bir acı hüzün çöreklenir kitabıma, bir tedirgin bekleyiş iner yüreğimdeki gecikmiş kırlangıca. Anlatamadıklarım gelir aklıma, senin dinlemek istemediklerin. Hani bir anlatsam, çözülecek bildiğim ne varsa gelir aklıma. Arayamam oysa seni, yasaklıdır nicedir sesin sesime. Arayamam oysa seni, yollarım senden uzağa, bozkırda yaban atlarım en hain tuzağa düşmüştür. Sattığım yüreğimdir, arayamam oysa seni. Bir şey gelmez elden, beklemekten başka.



Beklemek, aynada cehennemi görmekmiş meğer, öğrendim. Nefes olmakmış İsrafil’in Sur’unda, duydum. En sahte tanrıya kurban etmekmiş ilk doğan oğlunu seni beklemek, ağladım…. Yusuf neler düşündü kör kuyuda beklerken, ya Yunus, balığın karnında nelerden korktu düşünsene. Peki Deniz darağacında, Nazım Varna Limanı’nda ?... Görüyorsun, doğumu bekleyen bir kadın kadar heyecanlı olmuyor kimi zaman beklemek, bir kurşunun göğsüne saplanmasını beklemek kadar kısa da olmuyor bir duvar dibinde çoğu zaman. Her saniyesini ağır çekimde yaşıyorsun hayatın. Ne elin telefona varıyor, ne gözünü çevirebiliyorsun telefondan. Sonra dönüp icat edene sövüyorsun bu aleti. Keşke diyorsun bu kadar kolay olmasaydı ulaşılmak, ulaşamamıştır diye kandırabilseydim yüreğimi.

Beklemek, kimi zaman gelmeyeceğini bilmekmiş. Ve sevmek, gelmeyeceğine inanmamakmış.

Yeni yüzler tanıyorum beklerken seni, yeni bedenleri yasaklayarak bedenime. Yeni gözler giriyor hayatıma, nefesime yeni nefesler karışıyor, bekliyorum hiçbir nefesi deydirmeden dudaklarıma, kirpiğime deydirmeden hiçbir gözü, bekliyorum. Bekliyorum geçsin diye zaman, kim yenmiş ki zamanı ben yeneyim. Önünde diz çöküp kabullendim krallığını. Bekliyorum kendi belirlediği hızda geçsin diye.
Sen kimsin, anlat şimdi bütün bildiklerimi tekrar. Unuttur bütün bilmediklerimi sonsuza kadar. Sen kimsin anlat hadi teninde ölümü baştan tanımladığım yar. Terinin tuzunda denizler kuruttuğum, gözyaşında nehirlerce boğulduğum ve bir tek sözüne Ferhat olduğum yar, anlat hadi tüm bildiklerimi tekrar. Unutulmuş bir masal gibi dinleyeyim başımı koyarak dizine, anlat hadi, yaramaz bir yıldız olup düşeyim denizine.


Kutsal Devrim Seçinti
Ankara / Şubat 2010

9 Ocak 2010 Cumartesi

deniz kokulu kadın





Be hey deniz kokulu kadın, sen bilemezsin nasıl bir yıkımdır bu. Senin şarkılarını dinledim bütün gece. Senin coğrafyanı gezdim. Tulum, horon, deniz, tuz, nefes… Senin coğrafyanı gezdim, Ginolu’da balıkçıydım, Yaralıgöz’de kanlı ceylan, Çayağzı’ndan baktım da evine, denize düştüm Gencek Tepesi'nden. Senin coğrafyanı gezdim bütün bir gece, etnik kökler söktüm ormanlarından, denizinden odun topladım, “kelek toplamak”mış senin dilinde adı, senden öğrendim ve kemençe dinledim bir gece yarısı sarhoş balıkçılardan. Gördüm, tanıyordun birisini, tanıdım rakı, bira ve şarap kokan ağzından, yaklaştım, soramadım seni.
Be hey deniz kokulu kadın, sen bilemezsin ne tür bir ölümdür bu. Yokluğunu yaşadım bütün gece. Gittiğini gördüm, boşluğunu soludum, yokluğuna sövdüm, düş mü karabasan mı bilemedim. Gördüm nihayet lanet olası “senden sonra”yı da, gördüm yani ölümün öbür adını, gördüm yıkımın en yıkılmış yanını. Anlatmayacağım sana…. Senden sonrayı anlatmayacağım, bu acıyı sana öğretmeyeceğim. Söylemeyeceğim sana, sensiz neye yarar Kazım’ın sesi, Nazım’ın şiiri. Söylemeyeceğim sana, sensiz nasıl söylenemez olur Lazca ” deniz gibi”. Ne Megrelce, ne Gürcüce ağlarım senden sonra, söylemeyeceğim nasıl lal olur bu şairin dili.
Ben söylemeyeceğim, sen bilmeyeceksin çilekli öksürük şurubunun katık edildiği kuru ekmeğin tadını. Ben söylemeyeceğim, sen bilmeyeceksin gece eve gelen ayyaş babadan kaçmanın yollarını. Sarhoşa sakilik yapmak nasıldır korkarak namusundan, aynı evde iki yabancıyı oynayıp koynuna girmek nasıldır bira kokan bir balıkçının, hiç anlatmayacağım bunları ve sen hiç öğrenmeyeceksin hangi yanının bende kaldığını. Deniz kokulu kadın, hiç anlatmayacağım, kendi yatağında aldatılmanın acısını. Bil ki aldım tüm acılarını üzerime, bil ki yüküm ağır, bil ki yolum uzun. Be hey deniz kokulu kadın, bil ki senden daha yorulmuşum. Vurulmuşum önceki hayatımda, ellerimde saçların, dizelerimi getirmişim takmak için, bir o yana, bir bu yana.
Dinle şimdi deniz kokulu kadın, acı kahve kokar nefesim, odamda tütsü dumanı, camın buğusunda şekiller yaratırım geçsin diye zaman. Oğul özlemi ezerken beynimde sağ kalan son kelebeği, içimdeki güve kemirmeye başlar paranoyamın senli tarafını. Bilirim, günahındır aldığım, ama anla beni, eski acılar tarih , tarih tekerrürdür. Anla beni, beni bu ihtimaller öldürür.
Dinle şimdi deniz kokulu kadın, bir tek senin anlattıklarına inandım, bir tek sana kandım. Kalacaksan işte bu haldeyim, gideceksen daha ne söyleyeyim. Dinle şimdi deniz kokulu kadın, kokun kalır kokumda, tuzun, saçların kalır sen gidersen, bir acılı adam, bir söylemez şair kalır. Yalnız kalır Ginolu’da martılar, Çatalzeytin öksüz kalır. Dinle şimdi deniz kokulu kadın, gidersen bu öykü yarım, bu adam “yitik” kalır…

Kutsal Devrim Seçinti / Ankara / Ocak 2010

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Oğlum ve ben.. Bir de babam...



Lisedeydim. Bir gün akşam yemeğinde babamla tartıştık, konuyu şimdi hatırlamıyorum ama haksızdı. Benden tepki bekliyordu, bense susmuştum. İşte bunu hiç kimse beklemiyordu 17 yaşındaki bir delikanlıdan. Aradan 2-3 dakika geçti, haksızlığını anlamış olduğundan mıdır, tepkisizliğime duyduğu şaşkınlıktan mıdır bilmem; bana, kendisine kızıp kızmadığımı sordu. "Hayır" dedim, "sana kızmadım". Önce gözleri ışıldadı, sanırım "oğlum ne yaparsam yapayım bana kızmayacak kadar çok seviyor beni" diye geçirdi içinden. Ama ben devam ettim, "hayır baba, sana kızmadım, bazen o kadar iyi bir baba oluyorsun ki,tamam diyorum kendi kendime, ileride çocuğuma böyle davranacağım... Ama bazen de öyle haksızlıklar yapıyorsun, öyle gereksiz yere kızıyorsun ki hiç beni dinlemeden,tıpkı bu gece olduğu gibi, işte o zaman da kendi kendime 'hayır' diyorum, 'asla çocuğuma böyle davranmayacağım' Yani sana kızmıyorum baba, çünkü bana nasıl baba olunacağını ve nasıl baba olunmayacağını gösteriyorsun. Bu, kızgınlık değil teşekkür hakeder...
Oda buza kesti birden, sanki tüm ışıklar sadece babamı gösteriyordu, sanki herkes ondan bir cevap bekliyordu. Sert ve cezalandıran bir cevap. Ama öyle olmadı, babam son lokmasını ağzına götürürken geri masaya bıraktı, sessizce kalktı ve odayı terketti, benimle bir hafta konuşmadı. Sonra tekrar, bu son yaptığı hareketin de yanlış olduğunu anlayarak bir gün odama geldi, "o gece yaptığım son hareket yanlıştı, gene seni kırdım ve kızdırdım galiba" dedi. Hayır dedim, beni kırdın , ama kızdırmadın. İleride ben, oğluma karşı, odayı terkeden olmayacağım, bunu gösterdin, teşekkür ederim, ama hatalıysam, bir hafta sonra bile olsa oğlumun odasına gelip ondan özür dileyeceğim, bunu da gösterdin tekrar teşekkür ederim."
Babam odayı tekrar terketti, ama bu sefer bakışları farklıydı, kızgınlık ya da dargınlık değil gurur vardı yüzünde. Aradan yaklaşık 15 yıl geçti, babam bir daha beni hiç kırmadı. Sanırım ben de onu kırmadım. Oğlum şimdi 3,5 yaşında ve ben o günü hiç unutmadım.

Kutsal Devrim Seçinti

Mayıs 2009 Ankara

2 Mayıs 2009 Cumartesi

Bal Sarısı




Pink Martini/Lilly


Sen, kullanılıp atılmış kadınların bakire günahı, bal sarısı gözlerinde yazılmıştı puştluğun oyunu. Sen, korkulu sevişmelerin sabah pişmanlığı, ter ve parfüm kokan bir düşten uyandırmıştın bu adamı. Ağlarken sevişmeyi öğretmiştin, öpüşürken ağlamayı. Terine karışan gözyaşını, dudaklarımla silmeyi öğretmiştin boynunun kıvrımlarından. Komünist marşlar söylerdim ben, başımda tek yıldızlı bir bere, hep aynı yerde seni beklerdim. Sense Pink Martini dinlerdin, ayağında yırtık bir converse’le. Ne ortak paydamız vardı, ne de bu hayattan çıkaracak bir payımız. Koskoca bir adam eskisiydim ben, geride bir oğul bırakmış, korkak bir koca müsvettesi. Sense yenik çıkmıştın yola daha en başından. Ellerinde eski bir sevdanın deprem ertesi. Günahım boynuna asılabilir miydi? Söyle, taşıyabilir miydin, ben seni büyütebilir miydim? Allı duvaklı gelin edebilir miydim seni, o kadar temiz miydim?

Yırtık birer aşktan arta kalmıştık ikimiz de. Sen, gerçekler dünyasının mantık fahişesi, ben yalanlar sokağının düş pezevengi. Nasılsa bulmuştuk birbirimizi. Aynı oyunun iki ayrı sahnesiydik, aynı sahnenin iki oyuncusu sandığımız biz. Ve aynı açmaza çıkıyordu bende bütün replikler. Tarihin tekerrürü idi benim için her şey. senin içinse hepimiz aynıydık, biz bütün erkekler.

Kutsal Devrim Seçinti

Mayıs 2009 Ankara

18 Şubat 2009 Çarşamba

düşle gerçek arasında


Bir arkadaşını görürsün liseden. Şişman, kıllı, kravatsız bir adamın kollarında. Hani ‘orospu oldu’ demişlerdi de inanmamıştın ya. Nasıl da kaçırıyor gözlerini senden, utandı mı dersin? Oysa bir tek onlar utanmazlar değil mi? Hadi… Yüzleşsene kendinle. Söyle, tanımıyor olsaydın sen kaç para verirdin ona? Ya da tanımana rağmen, yağmurlu Çukurova sonbaharında, kantinin delik sundurmasının altında çay, simit ve sigara ikram etmiş olmana rağmen şimdi yanına gelse kaç para verirdin? Sen de erkeksin unutma, sen de iğrençsin.
Hiç anlayamayacaksın, o kıllı magandanın ve sevgilinin gözü önünde, bir anda neden seni kolundan tutup kendine çektiğini. Hayatın boyunca hep o anı anımsayacak, hep aynı açmazda kalacaksın. Bir şey mi diyecekti sana? Hani ‘beni suçlama’ gibi bir şey. Nedense bıraktı kolunu. O kadar kalabalıktı ki dans pisti ve adam o kadar meşguldü ki etrafıyla… Görmedi. Peki ya sevgilin? Yoksa hiç kimse görmedi mi…Yoksa sen sadece öyle olmasını mı hayal etmiştin?
Adam koltuğuna yayılmış belki de çıkışta yaşayacaklarını hayal ediyordu kadının kıvrak bedenini izlerken, sen ise muhtemelen bir sonraki potansiyel müşterisiydin. Seni tanımamıştı bile. Sinirlerin bozulup oturduğunda yerine, votkanı çoktan bitirmiş olduğunu hatırladın. Sert bir votka-limon daha söylerken eğilip garsonun kulağına, gözlerin hala onun üzerindeydi. Gülümsedi hafifçe ve dönüp adamın yanına oturdu. Sırtı bir kez daha dönmüştü sana. Artık sadece saçlarını, çıplak omuzlarını, ve henüz yaktığı sigarasının dumanını görebiliyordun. İçkinin geldiğini de fark etmedin, tek seferde bitirdiğini de. Seni izliyordum taburemden, sense….
Adamı parçalmak istiyordun hatırla, kolların yorulup iki yanına düşünceye kadar dövmek, öldürmek ya da. Oysa sana ne idi ki bundan, alan da satan da memnundu ne de olsa. Öyle miydi… Seni tanımıştı belki de. Yüzüne baktığında seni görmezlikten geldiği o ilk anı nasıl açıklayabilirsin ki. Peki ya daha sonra ne olmuştu. O utanmasını hala hatırlayan kızı tekrar bir fahişeye dönüştüren şey neydi. Tabi ki hayat, tabi ki geçen zamanın el deymemiş bedeninde bıraktığı tırnak izleri, tabi ki terk ediliş, tabi ki…. Tabi ya, nasıl da düşünememiştin. O medeniyetten uzak, kravatsız boynundan taşan kıllarını erkeklik sayan bu koca göbekli adamın yerinde olmak istememiştin, istemiş miydin? Ama bir an sanki o koltukta şişman göbekli adam değil de sen vardın. Bunu ‘O’ istemişti. Bakışlarıyla, sigarasının dumanıyla, çıplak omuzlarıyla ‘O’ istemişti.



O çirkin adam, o hayvandan bozma insan müsvettesi yok olmuştu sanki, orada değildi. Ya da hala oradaydı da, nedense ikiniz de çekinmiyordunuz artık. Birlikte geldiğin kadının sinirlenip yerine oturduğunu bile fark etmemiştin, şişman adam tuvaletten yeni geldiğinde, ne zaman kalktığını ikinizin de fark etmediğini de hatırlıyor musun? Arkadaşın sana son kez bakıp gülümsediğinde, ki hiçbir zaman bu kadar yakın durmamıştınız, parfüm ve sigara kokulu bir düşten uyanıvermiştin ansızın.Seni tanıdığından o kadar emindin ki, seni sadece kocaman bir göbek ve bolca paradan ibaret o adamdan farksız gördüğünü hissettiğinde bir tokat gibi yakın ve bir yatak kadar uzak bu ‘kadın’ dan tiksinmiş ve geçip yerine oturmuştun. İşte o andan beri de böyle uzaktan saçlarını omuzların ve sigarasının dumanını savuruşunu izlemekteydin.
Artık tek başınaydın. Masandaki kadın çoktan payına düşeni ödeyip gitmişti. Beni ise zaten görmüyordun. Seni tanırım dostum, kıskandığın zaman, sinirlendiğin zamanki yüzüne benzer yüzün. Önce derin bir nefes alırsın, içindekinin yüzüne yansımasını engellemek için, oysa hiç işe yaramadığını bilirsin bunun. Sonra burun kanatların açılır, kulakların kızarırken, hafifçe aralanmış dudaklarının arasında her zaman kenetlidir dişlerin. Bir tek alt çeneni sağa sola oynatmaktan alıkoyabilirsin kendini. Sinirli sen’den tek farkın budur zaten. Seni tanırım dostum, çenen oynamadı kalın yağlı kolları onun boynuna dolanırken, kalp atışlarını duyuyor gibiydim. Liseden eski bir arkadaşın değildi, eski bir sevgilindi sanki biraz sonra üç-beş kuruşa sevişecek olan. Merak ettiğin, az önce seni kolundan tutup çektiğinde ne diyeceği değildi, onu neden kıskandığındı, hadi yüzleş kendinle. Yoksa onu değil, yanındakini mi kıskanmıştın. Belki de.
Kalkıp tuvalete gittiğinde içindeki seni kusmaya çalışmamış mıydın, o yağlı adamdan farkın kalmadığını anladığında hak vermemiş miydin gözünün önünde hala okul formasıyla duran bu şahane kadına. Sigara içişi bile etkilemişti seni. Sen ki sigara içen bir kadınla sevişmektense tüm paketi çiğnemeyi yeğlerdin, sen ki hiçbir kadının sigarasını yakmadın sırf bu yüzden. Şimdi, neden çakmak taşımadığına oturup ağlayacak mısın? Son votkan geldiğinde artık yarı yarıya senin kadının olan kadın dans etmeye başlamıştı, yırtmacının arasından süzülen bacaklarına baktığını görmezden gelerek. Sadece ikiniz vardınız artık, ben zaten yoktum, ince, kıvrak beli çoktan öldürmüştü koltukta yığılmış adamı. Peki ya bu gün bittiğinde, ki saat çoktan 02’yi geçmişti, O’nu tekrar görebilecek miydin? Belki O’dur diye, otostop çeken bütün fahişelere duracak mıydın? Sevgilin ne olacaktı? Lavaboya kadar gitse de ardından gidip telefonumu versem diye düşlediğin bu kadınla onu aldatabilecek miydin? Ne olmuştu sana, ilkel dürtülerine yenik mi düşmüştün, aşık mı olmuştun, hani az önce sadece acıyordun, hani az önce sırf utanmasın diye gözlerine bakmıyordun. O’nun bir fahişe olduğunu anlayan ve O’na bu gözle bakan hemcinslerinden iğrenmiyor muydun? O şişman adamdan ve yanında oturan karbonkopya arkadaşından, yanlarındaki kadınlara bakışlarından rahatsız olmuyor muydun? O gecenin sabahında ayrı odalarda neler yaptıklarını birbirlerine ballandıra ballandıra anlatacaklarını düşündükçe erkek olduğundan utanmıyor muydun? Ne olmuştu sana, seni birkaç saatte bu kadar değiştiren şey neydi, bu kadın, sevgilin kadar çekici, sevgilin kadar tanıdık olamazdı. Sevgilin o kadar güzeldi ki….. Sevgilin….Sevgilin neredeydi? Az önce kendi payına düşeni ödeyip bir daha asla göremeyeceğin bir yere giden kadın çok uzaklaşmış olabilir miydi, ne kadar olmuştu yanından gideli? Yok dostum, bana bakma, ben sadece seni izliyorum ve eve gidip olanları yazmayı planlıyorum. Sana yardım edemem.

2000-2009
Adana

22 Aralık 2008 Pazartesi

Hiç Gibi


Kim ne derse desin, sen farklıydın. Uğruna bir kadını terk ettiğim tek kadındın, ve beni bir başka erkek uğruna terk eden tek kadın. Ne garip değil mi şu yaşamak denilen şey, bir tek seni aldatmamıştım oysa. Hayat, kısa hesaplaşmalardan ibaretmiş, birinin ahı, diğerinden çıkarmış anladım. Unutabilmekmiş yaşamak biraz da, acıyı hayata sos yapabilmekmiş.


Kim ne derse desin, sen farklıydın. Karakalem resmini çizdiğim tek kadındın. Uğruna dayak yediğim, uğruna dostumu sattığım, uğruna bir başkasına aşık olduğum tek kadın. Şimdi bir başka şehirde, başka bir adamlasın, ve ben, seni unutmak uğruna aşık olduğum kadınla. Kısa hesaplaşmalardan ibaretmiş hayat, öğrettin. Çoktan ahını çıkardın başkalarına yaptıklarımın, koca bir çınar gibi devirip gittiğinde anladım. Gövdemin altında kalıp kırıldığında bacaklarım, kırdığım kalplerin acısını anladım. Aldatmamıştın belki ama, aldatılmaya hazırlamıştın, aldatılmak beni yıkamadığında anladım.

Ağladım bir taş gibi, yol kenarında bir ot gibi, unutulmuş gibi, hiç gibi, hep gibi ağladım. Çığlığım Mars’tan döndü, Venüs’e aktı gözyaşım. Beni aldattığında, o kadını çok sevdiğimi anladım.

Kim ne derse desin, sen farklıydın. Beni büyüttüğünde anladım.
Kutsal Devrim Seçinti
aralık 2008

19 Aralık 2008 Cuma

Bulut'un vedası

I. Bab

Hazirandı, klasik bir iç Anadolu yazının sabahı uyandı kadın. ‘günaydın’ dedi, nice zamandır yabancılaştığı adama, ‘kalk artık, öğlen oldu’. Saat henüz 9 olmuştu oysa. Uyandı adam. Aralarında uyuyan oğluna baktı, öyle masum, öyle güzel. Dolgun dudaklarını büzmesine, minik ellerini yarı yumruk yapmasına, sarı saçlarına baktı bir süre. Uzanıp öptü, tüm kokusunu ciğerlerine kazıyarak. Babaydı o, en az yanındaki kadının sevdiği kadar seviyordu bu küçük adamı, ve kadını en az bu küçük adam kadar seviyordu, babaydı çünkü. Kalkıp giyinmeye başladı yüzünü bile yıkamadan. Pek yıkamazdı zaten, dişlerini fırçalamaz, tıraş olmazdı ne zamandır. Eğilip öptü kadını yanağından. İçi titredi, ne zamandır aşkla, şehvetle öpüşmediklerini anımsadı. Kadın, önünde soyunurken baktı çıplak vücuduna, dokunsa, öpse…. Az önce dudaklarına uzandığında yanağını dönen kadın, usta bir hareketle uzaklaştırırdı adamın ellerini bedeninden. Oysa hala ne çok seviyorlardı birbirlerini, ne çok istiyorlardı. Durdu adam, durdurdu kendini, yere eğdi başını, hafifçe yana çevirdi çakmak çakmak yanan gözlerini göstermemek için. ‘hadi giyin sen de ‘ dedi kadına, ‘dışarı çıkalım, bu gün babalar günü.’ ‘Biliyorum’ dedi kadın, ‘gel üstüne başına bir şeyler alalım.’ Adamın ihtiyacı olan bu değildi oysa.

Hazirandı, serin bir iç Anadolu yazının sabahında çıktılar dışarı. Arabayı çalıştırdı adam, yan gözle baktı evine, sarı brandalı balkonuna. Sanki son kez bakar gibi iç çekti birden, sonra yola çıktılar, çocuk kadının kucağındaydı. Yol boyu düşündü kadın, adam düşündü yol boyu, tek kelime konuşmadılar, gidecekleri yeri bile konuşmadılar. Bir değişiklik lazımdı hayatlarında, bir yenilik, bir heyecan, bir güzellik, bir şirinlik… Üçünü biraz daha birbirine yakınlaştıracak, konuşulacak ortak bir nokta yaratacak bir şeyler lazımdı. Hiç konuşmadılar yol boyu, radyo da konuşmadı, çocuk da…. Büyük bir alışveriş merkezinin alt kattaki otoparkına girdiklerinde sessizliği bozdu kadın hiddetle ‘ şuraya park etsene, ne gezinip duruyorsun. ’ ‘ ne bağırıyorsun’ diye çıkıştı adam, ‘ bağırmadan söyleyemez misin?’. ‘yazıklar olsun’ der gibi başını iki yana sallarken kadın, sert bir komutan ifadesi vardı yüzünde. İndiler arabadan, otomatikleşmiş hareketlerle yola koyuldular gene konuşmadan, kadın kucağında çocukla önde, adam bir sığıntı gibi arkada. Hızlanıp yaklaştı adam, elini doladı kadının beline. Yumuşadı kadın, yaslandı adama, kucağındaki çocuğun gözleri ışıldadı.

Yürüdüler birlikte, kapı açıldı kendiliğinden, ışıl ışıl bir koridordan geçtiler. Çocuk indi kadının kucağından, koşmaya başladı her zamanki yere doğru. En önde çocuk, arkada sarmaş dolaş ikisi, girdiler içeri selam vererek. Doğruca kaplumbağalara gitti çocuk, uzanıp dokunmaya çalıştı. Birkaç renkli çakıl taşı attı sularına, güldü babasına dönerek, büyük bir iş yapmış edasıyla baktı gözlerinin içine. Kafeslerin önüne geldiklerinde hiç ilgilenmedi çocuk kedi yavrularıyla, tavşanlara da bakmadı bu sefer. Kuyruk sallayarak havlayan ve delikli cam paravanı tırmalayan bir köpeğe takıldı nedense. Durdu adam, gülümsedi köpeğe, gülümsedi içindeki çocuğa. Kucağına alıp sarıldı oğluna çocukluğuna dönerken anıları. Tozlu bir Çukurova yazıydı, kan ter içinde gelmişti eve, kucağında sütten kesilmemiş bir sokak köpeğiyle. Köpek, ellerini bu yalınayak çocuğun omzuna atmış, belki de annesi sanarak emerken kulak memesini, gülmemeye çalışıyordu ufaklık. Göz ucuyla da babasına bakıyordu bu arada. Elini beline atmış, gümrük memuru gibi bekleyen, beklerken de itiraz eden annesini ikna etmeye çalışıyordu babası. Nihai sonuç belliydi, bu onun ilk köpeğiydi. Ve asla son olmayacaktı…

Gülümsedi adam ve kadına döndü birden, gülüyordu kadın. Kaç zamandır bu denli sıcak bir gülüş düşmemişti yüzüne, bu denli çocuk bakışlı olmamıştı kaç zamandır. Mağaza çalışanı fark etti durumu, hemen açıp kapısını, çocuğun ellerine bıraktı köpeği. Çocukta bir sevinç çığlığı, bir heyecan. Olmayan kuyruğu, bu yavru köpeğin kuyruğu gibi sallanıyordu hızla, görebiliyordu adam. Kadına baktı sonra, kendisi çok köpek beslemişti bu güne kadar, ama kadının hiç köpeği olmamıştı. İlkel dürtüleri kıpırdandı birden, sahip olacağı ilk köpeği kocası almalıydı bu yorgun ve yılmış kadına. İlk sandal gezintisi, ilk uçak gezintisi, ilk şnorkel, ilk zıpkın, ilk muhabbet kuşu, ilk Hint bülbülü, ilk sevişme. Liste uzayabilirdi pek ala. Gerek yoktu oysa, bu onun ilk köpeği olacaktı. Bir de baktı, kadının kucağında köpek. Kadın diz çökmüştü, eteği yere deyiyordu. Ellerini, boynunu yüzünü yalıyordu kadının, eğilip öpüyordu kadın başından, ve oğlu kıskanmadan annesini, başını okşuyordu bu yeni arkadaşının. Çocukluğuna döndü adam. Önde kendisi, arkada kız kardeşi koşuyorlardı bir temmuz günü. İki karış boyuyla, kahverengi yamalı “Fındık” da peşlerinden koşuyordu. Misis nehri kıyısında, eski bir köprünün altında, uzanıp toprağa kana kana su içerken nehirden, bir baba gibi, bir abi gibi koruyarak Fındık’ı, kendi avuçlarından su içiriyordu, su alıp gitmesin diye küçük bedenini, kızıyordu suya yaklaştığında. Ve Fındık, suya kandığında kendisini kocaman bir adam gibi hissediyordu. Sonra yine koşuyorlardı sararmış, diz boyu otların arasında, kah kardeşi önde, kah Fındık arkada…. Bir korna sesiyle bölünüyordu oyunları. Yol kenarında park etmiş arabanın yanı başında, askılı uzun elbisesi ile el sallıyordu annesi. Çelemli köyüne giden bu yolculukta, mola bitmişti artık. Zaten akşam olmaktaydı.