I. BabHazirandı, klasik bir iç Anadolu yazının sabahı uyandı kadın. ‘günaydın’ dedi, nice zamandır yabancılaştığı adama, ‘kalk artık, öğlen oldu’. Saat henüz 9 olmuştu oysa. Uyandı adam. Aralarında uyuyan oğluna baktı, öyle masum, öyle güzel. Dolgun dudaklarını büzmesine, minik ellerini yarı yumruk yapmasına, sarı saçlarına baktı bir süre. Uzanıp öptü, tüm kokusunu ciğerlerine kazıyarak. Babaydı o, en az yanındaki kadının sevdiği kadar seviyordu bu küçük adamı, ve kadını en az bu küçük adam kadar seviyordu, babaydı çünkü. Kalkıp giyinmeye başladı yüzünü bile yıkamadan. Pek yıkamazdı zaten, dişlerini fırçalamaz, tıraş olmazdı ne zamandır. Eğilip öptü kadını yanağından. İçi titredi, ne zamandır aşkla, şehvetle öpüşmediklerini anımsadı. Kadın, önünde soyunurken baktı çıplak vücuduna, dokunsa, öpse…. Az önce dudaklarına uzandığında yanağını dönen kadın, usta bir hareketle uzaklaştırırdı adamın ellerini bedeninden. Oysa hala ne çok seviyorlardı birbirlerini, ne çok istiyorlardı. Durdu adam, durdurdu kendini, yere eğdi başını, hafifçe yana çevirdi çakmak çakmak yanan gözlerini göstermemek için. ‘hadi giyin sen de ‘ dedi kadına, ‘dışarı çıkalım, bu gün babalar günü.’ ‘Biliyorum’ dedi kadın, ‘gel üstüne başına bir şeyler alalım.’ Adamın ihtiyacı olan bu değildi oysa.
Hazirandı, serin bir iç Anadolu yazının sabahında çıktılar dışarı. Arabayı çalıştırdı adam, yan gözle baktı evine, sarı brandalı balkonuna. Sanki son kez bakar gibi iç çekti birden, sonra yola çıktılar, çocuk kadının kucağındaydı. Yol boyu düşündü kadın, adam düşündü yol boyu, tek kelime konuşmadılar, gidecekleri yeri bile konuşmadılar. Bir değişiklik lazımdı hayatlarında, bir yenilik, bir heyecan, bir güzellik, bir şirinlik… Üçünü biraz daha birbirine yakınlaştıracak, konuşulacak ortak bir nokta yaratacak bir şeyler lazımdı. Hiç konuşmadılar yol boyu, radyo da konuşmadı, çocuk da…. Büyük bir alışveriş merkezinin alt kattaki otoparkına girdiklerinde sessizliği bozdu kadın hiddetle ‘ şuraya park etsene, ne gezinip duruyorsun. ’ ‘ ne bağırıyorsun’ diye çıkıştı adam, ‘ bağırmadan söyleyemez misin?’. ‘yazıklar olsun’ der gibi başını iki yana sallarken kadın, sert bir komutan ifadesi vardı yüzünde. İndiler arabadan, otomatikleşmiş hareketlerle yola koyuldular gene konuşmadan, kadın kucağında çocukla önde, adam bir sığıntı gibi arkada. Hızlanıp yaklaştı adam, elini doladı kadının beline. Yumuşadı kadın, yaslandı adama, kucağındaki çocuğun gözleri ışıldadı.
Yürüdüler birlikte, kapı açıldı kendiliğinden, ışıl ışıl bir koridordan geçtiler. Çocuk indi kadının kucağından, koşmaya başladı her zamanki yere doğru. En önde çocuk, arkada sarmaş dolaş ikisi, girdiler içeri selam vererek. Doğruca kaplumbağalara gitti çocuk, uzanıp dokunmaya çalıştı. Birkaç renkli çakıl taşı attı sularına, güldü babasına dönerek, büyük bir iş yapmış edasıyla baktı gözlerinin içine. Kafeslerin önüne geldiklerinde hiç ilgilenmedi çocuk kedi yavrularıyla, tavşanlara da bakmadı bu sefer. Kuyruk sallayarak havlayan ve delikli cam paravanı tırmalayan bir köpeğe takıldı nedense. Durdu adam, gülümsedi köpeğe, gülümsedi içindeki çocuğa. Kucağına alıp sarıldı oğluna çocukluğuna dönerken anıları. Tozlu bir Çukurova yazıydı, kan ter içinde gelmişti eve, kucağında sütten kesilmemiş bir sokak köpeğiyle. Köpek, ellerini bu yalınayak çocuğun omzuna atmış, belki de annesi sanarak emerken kulak memesini, gülmemeye çalışıyordu ufaklık. Göz ucuyla da babasına bakıyordu bu arada. Elini beline atmış, gümrük memuru gibi bekleyen, beklerken de itiraz eden annesini ikna etmeye çalışıyordu babası. Nihai sonuç belliydi, bu onun ilk köpeğiydi. Ve asla son olmayacaktı…
Gülümsedi adam ve kadına döndü birden, gülüyordu kadın. Kaç zamandır bu denli sıcak bir gülüş düşmemişti yüzüne, bu denli çocuk bakışlı olmamıştı kaç zamandır. Mağaza çalışanı fark etti durumu, hemen açıp kapısını, çocuğun ellerine bıraktı köpeği. Çocukta bir sevinç çığlığı, bir heyecan. Olmayan kuyruğu, bu yavru köpeğin kuyruğu gibi sallanıyordu hızla, görebiliyordu adam. Kadına baktı sonra, kendisi çok köpek beslemişti bu güne kadar, ama kadının hiç köpeği olmamıştı. İlkel dürtüleri kıpırdandı birden, sahip olacağı ilk köpeği kocası almalıydı bu yorgun ve yılmış kadına. İlk sandal gezintisi, ilk uçak gezintisi, ilk şnorkel, ilk zıpkın, ilk muhabbet kuşu, ilk Hint bülbülü, ilk sevişme. Liste uzayabilirdi pek ala. Gerek yoktu oysa, bu onun ilk köpeği olacaktı. Bir de baktı, kadının kucağında köpek. Kadın diz çökmüştü, eteği yere deyiyordu. Ellerini, boynunu yüzünü yalıyordu kadının, eğilip öpüyordu kadın başından, ve oğlu kıskanmadan annesini, başını okşuyordu bu yeni arkadaşının. Çocukluğuna döndü adam. Önde kendisi, arkada kız kardeşi koşuyorlardı bir temmuz günü. İki karış boyuyla, kahverengi yamalı “Fındık” da peşlerinden koşuyordu. Misis nehri kıyısında, eski bir köprünün altında, uzanıp toprağa kana kana su içerken nehirden, bir baba gibi, bir abi gibi koruyarak Fındık’ı, kendi avuçlarından su içiriyordu, su alıp gitmesin diye küçük bedenini, kızıyordu suya yaklaştığında. Ve Fındık, suya kandığında kendisini kocaman bir adam gibi hissediyordu. Sonra yine koşuyorlardı sararmış, diz boyu otların arasında, kah kardeşi önde, kah Fındık arkada…. Bir korna sesiyle bölünüyordu oyunları. Yol kenarında park etmiş arabanın yanı başında, askılı uzun elbisesi ile el sallıyordu annesi. Çelemli köyüne giden bu yolculukta, mola bitmişti artık. Zaten akşam olmaktaydı.